Göz alabildiğine uzanan alanları beton bloklar kaplamış. Üstelik hiçbiri diğerine benzemiyor. Biri daha uzun, biri daha kısa; biri daha geniş, biri daha dar. Sanki çok katlı gecekondular birbiri üzerine serpiştirilmiş. Her yeni bina, öncekini gölgede bırakmak zorundaymış gibi daha yüksek, daha geniş. Her biri gökyüzünden daha büyük bir parça çalıyor, çocukların oyun alanlarını, nefeslenecek ağaç gölgelerini yok ediyor. Bazılarının merdivenleri kaldırımlara taşmış, insana yaşam alanı bırakmamak için adeta yarışıyorlar. Oluşturdukları daracık koridorlarda hava bile devridaim edemiyor, nefes alamıyor; ses bile kendine bir yol bulamıyor, duvarlara çarpıp boğuluyor.
Daha önce yapılmış binaların önemli bir kısmının boyaları dökülmüş, sıvaları parçalanmış. Bazılarının paslanmış demirleri görünüyor. Bu manzara yeni binaların beş on yıl sonraki halini gözümüze sokuyor. Daha çirkin bir şehrin bizi beklediğini haber veriyor. Bu tablo hırsın vücut bulmuş ve artık canavarlaşmış görüntüsünü yansıtıyor. Hayatı öldürmek için betona verilmiş sınırsız bir özgürlüğün cüretkârlığını gösteriyor. Bu beton yığınlarının huzurlu ve mutlu bir yaşam sunması mümkün değil. O halde bu binalar kimin için yapılır? Elbette rant için. Betonlaşma ve yozlaşma arasındaki bağ tam da burada kendini gösteriyor: İnsan ne kadar yozlaşırsa, çevresine o kadar zarar veriyor. Tatmin olmayan, sonsuz kâr isteği; şehirlerimizi betondan tabutlara çeviriyor.
Artık kapımızın önü yok. Evlerin girişindeki güller, mis kokulu yaseminler yok. Mahalleler, kimsenin ismini bilmediği sokaklara, betondan tünellere dönüşmüş. Sokaklar artık kimsenin kapısının önü değil; sahipsiz, kirli ve de çirkin. Mahalle başlarındaki delikanlılar, bahçelerde çay ikram eden genç kızlar da yok. Havadis yok, herkes yabancı selam verecek bir dost da yok. Rantçı binlerce yıllık bir kültürü yok etti. Tarih yok, hafıza yok. Anılara can verecek mekânlar yok.
En az emek en çok fayda zihniyeti şehirlerimizi dengeli bir şekilde yayılmak yerine belli bölgelere sıkıştırıyor. Neredeyse binalar üst üste. Şehir ne kadar sıkıştırılırsa rantçı daha fazla kazanıyor. Bizim paramızla, alın terimizle oluşturulmuş alt yapı birkaç kişinin çıkarı için çökertiliyor. Şehirde yaşam koşulları geri dönülemez biçimde bozuluyor. Üstelik bu yok ediliş, ekonominin canlanması olarak parlatılıyor. Bir avuç insanın servetine servet katmasının bedelini bütün bir şehrin, bütün bir ülkenin ve gelecek nesillerin ödeyecek olması kimsenin umurunda değil.
Mevcut binalar yirmi, otuz yıl içinde çürüyecek. Üstelik deprem riski olan bölgelerde “betondan tabut” artık bir metafor değil, acı gerçeğin ta kendisi olacak. Ama rantçı yasal boşlukları ve denetimsizliği fırsat bilerek daha acı bir gelecek için pervasızca her şeyi yapıyor. Bugünkü plansız ve hırslı betonlaşma, aslında geleceğin kaynaklarını, zamanını ve yaşam kalitesini tüketiyor. Üstelik yarın kullanılmaz hale gelecek binaların yıkılması, enkazın kaldırılması ve şehrin yeniden inşa edilmesinin faturasını da çocuklarımız ödeyecek. Yani onlara taşlara işlenen zarafet, merhamet ve ruh yerine, betondan molozları miras bırakmış olacağız.
Camilerimiz bile rantın pençesinden kendini kurtaramamış. Eski camiler avlusuyla, çeşmesiyle, şadırvanıyla huzur verirdi. İnsanlar avludaki ağaçların altında tefekküre dalar, sohbet ederdi. Dedeler, torunlarına geleneği ve kültürü aktarırdı. Şimdi ise güzel olan her şey eski olması gerekçesiyle yıkıldı. İbadethaneler iş merkezlerine, alış veriş merkezlerine çevrildi. Göstermelik olarak da üst kata “modern” camiler konduruldu. Yani, Ahmet Şah ve Turan Melek Hatun’un mirası görmezden gelindi; Mimar Sinan'ın tecrübelerine önem verilmedi; Mardin’in ahengi, Bitlis’in dile gelen taşları yok sayıldı. Cami kılığına sokulmuş bu ucube betonların yüksek merdivenleri, yaşlılar ve güçsüzlerin ibadetini fiilen yasaklıyor. Şadırvan yok, ağaç yok, gölge yok, sohbet yok. Caminin ruhu bile esir alınmış. Rançtı, dedeler ve torunların binlerce yıllık döngüsünü yok etti.
Yarınların birkaç kişinin hırsına harcanmasını bir imar hatası olarak göremeyiz. Çirkin yapılaşmayı emsali var diye meşrulaştıramayız. Bu gidişata göz yummak gelecek nesle, yani çocuklarımıza, ihanet etmek değil midir? Sanki bu memleket bize ait değilmiş gibi, sanki yarın elimizden alınacakmış gibi, sanki yarın burada yaşamaya devam etmeyecekmişiz gibi bu günden her şeyi elimizden çıkarıyoruz. Kendi ellerimizle, rızamızla ya da umursamazlığımızla yıllar sonrasını şimdiden parça parça, en yüksek fiyata satıyoruz.
Oysa şehir dediğimiz şey, sadece duvarlar ve binalardan ibaret değil. İnsanların bir araya gelişidir; kuşaktan kuşağa aktarılan hatıraların mekânıdır. Her mahallenin bir hikâyesi vardır, bazı yerler buluşma noktasıdır. Şehir çocukların oynadığı boşluklar, esnafların kahvaltı yaptığı çay ocaklarıdır. Şehir belleğimiz, kültürümüz, bizi birbirimize bağlayan görünmez ağlardır. Ne yazık ki çoğu şehrimiz bu özelliklerini yitirdi, kurtarılamaz derecede katledildi. Kazanan yine rantçı oldu. Bundan sonra yaşam alanlarımızın o güzel hallerini sadece şehirlerin mezarlığı olan kent müzelerinde görebileceğiz. Ne var ki şehrin eski fotoğrafları bize yaşayan bir hafızayı değil, ölmüş bir hatırayı gösterecek. Tıpkı bir ölüyü yâd eder gibi resimlere bakıp efkârlanacağız. Artık yapacak bir şey kalmadı, ders almak için de çok geç kaldık. Tedbir yok, öneri yok, çare yok. Bundan sonra sadece beton yığınlarında boğulurken dilimizden dökülen keşkeler kalacak. Biz göçtükten sonra bu keşkeler, vebale dönüşecek, çocuklarımızın ahı olarak tarihe geçecek.