Hepimiz bir hayat mücadelesinin içindeyiz; ayakta kalmak, kendimiz ve sevdiklerimiz için bir gelecek kurmak istiyoruz. Her gün durmaksızın çalışıyoruz; bazılarımız sabahın ilk ışığında, bazılarımız gece yarısında aynı amaç için çabalıyor. Bazen dağın tepesinde, bazen yerin altında, bazen masa başında emek harcıyoruz. Ama durup hiç düşündük mü: Emek nedir? Yalnızca bireysel bir çaba mı, yoksa bir milleti ayakta tutan gerçek kuvvet mi?
Emek, güçtür, zindeliktir; hissederek, düşünerek, mücadele ederek, yaşamaktır. Emek bir öğrencinin umudu, bir annenin yorgunluğu, bir babanın uykusuzluğu, bir toplumun geleceğidir. Yalnızca çalışmak, yorulmak değildir emek; hayatın bir parçasından sevdiklerin için vazgeçmektir. Emek insanın bir işe, bir faaliyete canından can katmasıdır. İnsan çalışırken sınırlı hayatını, sayılı nefesini harcar. Vücudu yıpranır; bazen kalp yetmez, bazen ciğer tükenir, bazen gözler kararır. Bazen bir fikir uğruna gecelerce uykusuz kalınır, bazen eller nasırlaşır, bazen bel bükülür. Nihayetinde emek bir amaç uğruna tüketilen bedendir. İşte bu yüzden emek, insanın canını, sevgisini ve acısını kattığı benzersiz bir değerdir.
Çoğu zaman emeği yalnızca ekonomik bir mesele gibi görür: maliyet ya da ücret kavramları arasına sıkıştırırız. Emeğin insani, ruhsal ve geri döndürülemez boyutunu unuturuz. Para, mülk kaybedilir sonra kazanılır; ama emeğe ayrılan bir saat, bir nefes bir daha geri gelmez. Bundan dolayıdır ki dinler, kadim ve modern düşünceler emeğe, alın terine ayrı bir önem vermişlerdir. Belki de bu kadar farklı din ve düşüncenin üzerinde hem fikir olduğu nadir şeylerdendir emek. Bunun içindir ki insanlığın ortak değeri, ortak kutsalıdır.
Bu eşsiz değeri, sömürü, rant, nepotizm, rüşvet, adam kayırma ile yok saymak insafsızlık ve zalimliktir. Çünkü bu durumlarda aileden esirgenen hayat başkalarının haksız kazancına dönüşür. Kişinin geleceği, umudu birkaç zenginin kasasında birikir veya birkaç yetkilinin ağzından çıkacak kelimelerin merhametine terkedilir. Bu sadece adaletsizlik değil, kutsala yapılmış saldırıdır. Bu yüzden emeğe değer vermek, insan onurunu, ruhunu, hayatını korumaktır.
Düşünün; bir gencin hakkı yenildiğinde, bir mevkie torpille atama yapıldığında liyakat ayaklar altına alındığında, neleri değersizleştiriyoruz? Her şeyden önce bir anne babanın onlarca yıllık emeğini, geçim sıkıntılarını, boğazdan geçmeyen lokmalarını, evlatları için yaşamaya kıyamadıkları hayatlarını değersizleştiriyoruz. Hakkını yediğimiz kişinin yedek bir bedeni yok, ona yeniden çeyrek asırlık bir hayat yükleyemeyiz. Bütün geçmişini yok saydığımız o kişinin gayretini, geleceğini hayalleriyle birlikte umutlarını ve nihayetinde onurunu yok ediyoruz. Sonuçta milletimize ve devletimize ihanet ediyoruz. Oysa liyakat bir milletin geleceği, bir devletin bekası için vazgeçilmezdir. Nasıl ki vücudumuza ihtimam gösteriyorsak aynı özeni bir milleti var eden emeğe ve onu zinde tutan liyakate de göstermeliyiz.
Peki, kişinin hak etmediği bir konuma ulaşmak, hak etmediği herhangi bir işi almak için kapı kapı dolaşıp el etek öpmesini, başkalarının yaşamlarını çalmak için araya onlarca adam koymasını nasıl değerlendireceğiz? En basit kelimelerle; utanmazlık, haysiyetsizlik, hadsizlik ve toplumun varlığına yönelik büyük bir tehdit. Bu duruma aracı olan veya göz yumanlar memleketine ihanet ediyor. Temsil ettiği makamına, ülkesine en masum ifadeyle nankörlük ediyor. İnsanların ömrünü ve emeğini gasp eden böylelerine saygı duyulur mu? Elbette duyulmaz.
Başkasının fikrini kendisininmiş gibi göstermek, emeğin başka bir tür sömürüsüdür. Hele ki akademik camia içindeki hırsızların; arkadaşlarının, meslektaşlarının ve hatta öğrencilerinin bile emeğine göz koyması en büyük alçaklıktır. Bu gibilerin kişisel ilişkilerini kullanarak unvanlar alması, varlıklarıyla üniversiteleri kirletmesi, onların gençlere örnek olma ihtimali bile büyük bir felakettir.
Eğer emek değersizleşirse, toplumun temeli çöker. İnsanlar çalışmaktan vazgeçer, sisteme ve devlete güven azalır. Geçimlerini sağlamak için farklı yollar arayan herkes potansiyel bir rantçıya dönüşür. Siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve cemaatler rant ağlarıyla dolar. İlişkiler samimiyetten çıkarcılığa kayar. Böyle bir ortamda toplum çürür; üretmeyen, rant peşinde koşan insanlar devlete ve millete en büyük zararı verir.
Gençlik bir milletin en dinamik ve en üretken kesimidir. Gençlerimizin enerjisi emeğe yöneldiğinde hem kendilerini hem de toplumu dönüştürebilecek potansiyelleri vardır. Onlara emeğin, alın terinin ne denli önemli olduğunu, bir milleti var eden gerçek gücün emek olduğunu en somut şekliyle anlatabilmeliyiz. Ama ilk önce bizim emeğe, alın terine ve liyakate önem verdiğimizi fiillerimizle gösterip onlara örnek olmamız gerekmiyor mu?
Toplumları geleceğe taşıyacak olan, siyasi, etnik kimlikler değil emektir. İnançlar, ideolojiler ancak emeğe yaslanırsa geleceğe uzanan bir yol haritasına dönüşür. İnsanların kaderi birlikte çalıştığı, ürettiği ve emek verdiği kişilerle bağlantılıdır. Gerçek kardeşler omuz omuza birlikte çalışan, üretenlerdir. Eğer emeğe hak ettiği değeri verirsek toplumu kutuplaşmadan çıkarıp bir dayanışma iklimine taşıyabiliriz.
Bir toplumun gerçek temeli emek olmalıdır. Elbette tarih, din ve dil birliği önemlidir. Fakat bunlar emekten yoksun bırakılırsa soyut ve farazi olarak kalır, bir aksesuara dönüşür. Oysa emekte zaten somut bir ortaklık mevcuttur: Çabalayan, terleyen, değer üreten insanların ortak dili, ortak hayalleri ve ortak gelecekleri vardır. Emeğe değer verilen yerde kimsin sorusu sorulmaz, kişinin hangi değeri ürettiğine önem verilir, hangi katkıyı sunduğuyla ilgilenilir. Dolayısıyla böyle bir durumda hangi kimliğin, hangi inancın, hangi ideolojinin arkasına gizlenirse gizlensin rantçının bütün maskeleri düşer. Emeği olmayan rantçının varlığı da değeri de olamaz.
Emeği yok sayan, milletini bilerek ve isteyerek kör edenler yalnız bugünü değil geleceği de karartıyor; toplumu bir yok oluşa sürüklüyor. Düşünün bir millete en güçlü düşmanları bile bu denli zarar veremez. Böylelerini tanımlamaya gerek yok; çünkü onlar için asırlar önce zaten bir isim konmuş: "esfele's-sâfilîn".