Akşam evde bir telaş… Herkes bir şeyleri yetiştirmekle meşgul, vakit giderek azalıyor. Bir yandan da çay demlendiğine göre, bir misafir bekleniyor. Derken bir ses duyuluyor: “Yeni bölüm az sonra.” Böylece beklenen misafirin kim olduğu anlaşılıyor; o akşamın dizisi ekrandan eve giriş yapıyor.
Artık haftanın neredeyse her günü heyecanla seyrettiğimiz bir dizi var. Peki, kapımızı ardına kadar açtığımız, ekranlar evimize ne getiriyor? Şiddet, entrika, aldatma, kaos ve daha nice korkutan, üzen, sinirimizi bozan sahneler. Aralarına, cinsiyet sınırları belli olmayan, sevimli ve sempatik karakterler titizlikle yerleştirilmiş. Aşk adı altında normalleştirilen çarpık ilişkiler ustalıkla serpiştirilmiş.
On yıllardır aynı senaryo, aynı hikâye yeniden sahneleniyor. Bunu sadece dizi sektörünün anlamsız başarısı olarak mı değerlendireceğiz? Elbette hayır. Artık hemen hemen her alanda, kültürümüzü yok etmek isteyen emperyalizmin saldırısı altındayız. Günlük hayatta hâkimiyetimizi kaybettik. Şu anki mücadele ailemizle ilgili.
Eskiden topraklar işgal edilirdi; şimdi zihinler, fikirler ve kimlikler. Eskiden savaşlar cephelerde gerçekleşirdi; şimdi savunma hatlarımız evlerimizin içinde. En tehlikeli işgal gönüllü seyirciliğimizle gerçekleşiyor. Ailemizin, özellikle de çocuklarımızın bilinçaltına sinsice iletilen mesajlar, sessiz bombalar gibi. Aile bağlarımızın sevgi ve saygıdan oluşan köprülerini yıkıyor. Ne yazık ki her gün bir siper kaybeden kültürümüz durmaksızın geri çekiliyor. Asıl üzücü olan, bu savaşın farkında olmayışımız.
Ekranlarda sunulan hayat pırıltılı. Özellikle tüm toplumsal tabuları yıkan kadın aktörler benzersiz bir güzellik olarak parlatılıyor. Kıyafetleriyle, tavırlarıyla, ses tonlarıyla sanki birer modern tanrıça gibiler. Artık ağırbaşlı, zarif ve asil kadın yok; başkaldıran, değerleri umursamayan gücünü karakterinden değil, bedeninden alan tüketim kültürünün reklam yüzü var. Toplumumuzun değerlerine ters olan her sahne, kadın aktörler kullanılarak bir cazibe unsuruna dönüşüyor. Ama bu cazibe tesadüf değil; ince bir hesap.
Bu büyülü sahneler önce kızlarımızın zihnine sızıyor; orada heyecana, nihayetinde bir hevese ve özleme dönüşüyor. Onlar gibi olmalısın fısıltısını her sahne daha kalıcı bir fikre, daha güçlü bir sese dönüştürüyor. Her gün ekranda, sosyal medyada, kafelerde ve okullarda maruz kaldıkları bu mesaj, kızlarımıza ulaşılması gereken bir sahte cennet vaat ediyor. Ancak cennete giden yol kendi benliğini terk etmekten, sanal dünyanın sunduğu modele benzemekten geçiyor. Dikkatli gözler, bireysel özgürlük düşüncesiyle beslenen bu arzunun bir tutkuya evrildiğini görebiliyor. Ne yazık ki kızlarımız özgürleştiğini zannederken tüketim kültürünün gönüllü bir misyoneri oluyorlar.
Erkek aktörler de büyünün bir diğer yüzü. Korkusuz, yakışıklı ve güçlü. Herkesin çekindiği bir suçlu, bir mafya üyesi, ama kahraman. Genç kızların hayran olduğu beyaz atlı bir prens. Yasaları çiğniyor, kalpleri fethediyor. Bu efsunlu figür delikanlılarımızın zihnine ustalıkla işleniyor. Onlara vaat edilen ise gücün, korkunun ve saygının aynı anda kazanıldığı bir dünya. Burada güçlü görünmek yücelik, acımasızlık ise cesaret sayılıyor. Kötülük karizma maskesiyle ustaca gizleniyor. Kalbin yerine kas, merhametin yerine öfke geçiyor. Bir yumruk, bir silah ve tehdit erkekliğin ölçüsü oluyor. Ekranlarda gösterilen bu serap, bir gencin karşı koyamayacağı kadar davetkâr.
Sadece dizilerin değil bilgisayar oyunları ve diğer dijital ortamların etkisinde kalan oğullarımızın şimdilik bir silahı yok ama dikkatli baktığımızda gözlerinin içinde şiddeti görebiliriz. Kızlarımızın gözünde ise başka bir tehlike parlıyor: emeksiz bir yaşamın hayali. Güzelliğiyle her şeyi elde edebileceği; çabasız, zahmetsiz, kolay bir hayat. İkisi de aynı sahneden besleniyor: biri parıltının, diğeri gücün esiri oluyor. Biri görünür olmak için bedenini, diğer güçlü olmak için insanlığını feda ediyor.
Ekranlar, içindeki karakterleri gerçek hayata taşımayı başardı. Sanal dünyada kurgulanan karakterler gençlerimizin bir kısmına rol model olarak kabul ettirildi. Dizilerdeki aktörlere benzemeye çalışan binlerce gencimiz, yeni hayat tarzlarıyla bizden uzaklaşıyor.
Peki, gerçekten bizden biri olanlar ekranlarda nasıl sunuluyor? Fakir, hizmetçi ve etkisiz. Çoğu zaman yardıma muhtaç ve acınacak halde. Gençlerimize verilen mesaj açık; geleneğe bağlı yaşarsanız, etkisiz, kimsenin fark etmediği silik biri olursunuz.
Ekranlarda bizden olan bir şey daha var; gönüllerimizde yer etmiş türküler ve şarkılarımız. O tanıdık melodi, güzel bir sesle yüreğimize dokunduğu anda adeta içimiz titriyor. Ama farkında değiliz; tüm dikkatimizi verdiğimiz o an, asırlık değerlerimizle bağımız kesiliyor. Bir zamanlar ruhumuzu okşayan o ses, şimdi bir afyon gibi bizi uyuşturuyor. Ruhumuz öldürülürken canımızın yandığını bile hissetmiyoruz.
Kültürel emperyalizm artık bizi teslim aldı. Düşünün: milyonlarca insan ayna anda aynı ekrana kilitlenmiş. Her evde aynı sahne, aynı müzik. Bundan daha büyük bir tahakküm olabilir mi? Herkes nefesini tutmuş, verilecek mesajı bekliyor. Bilinç yavaşça kapanıyor, zihin tamamen savunmasız. Ekrandan zihne giden yol Truva atları için sonuna kadar açılıyor.
Dizi konularının birbirine benzemesi tesadüf olamaz. Hepsi aynı kalemden çıkmış gibi. Bu kadar çok kanal, ama hikâye aynı. Bu, dizilerin tekelden planlandığını ve ekranların tek elden yönetildiğini gösteriyor. Tekelleşme kültürel emperyalizmin en görünmez silahıdır. Önce toplum tasarlanmış rol modellerle tek tipleştirilir, sonra yerel olan küçümsenir ve nihayetinde öldürülür. Sonuçta ekranlardan yapılan toplumsal mühendislikle, mafya kahramana, suç cesarete, silah statüye ve ahlaksızlık özgürlüğe dönüşüyor. Artık iyi olmak değil, güçlü, güzel ve çekici olmak önemli. Ekranlar artık bir hikâye anlatmıyor, yeni bir hayat tarzı dayatıyor. Ama bu hayatın sadece tüketen ve küresel sermayeyi besleyen bir araç olduğu kimsenin aklına gelmiyor.
Peki, çocuklarımızı sanal âlemden, dijital dünyanın sahte cennetinden etkilendikleri için suçlamaya hakkımız var mı? Elbette yok. Gerçek suçlu biziz. Kendi kabahatlerimizi örtmek için onları suçluyoruz. Ekranın ve tüm dijital dünyanın onların üzerinde nasıl bir etki bıraktığını sırf kendi keyfimiz için görmezden geldik. Bizi bazen televizyonun karşısında uyuklarken, bazen sosyal medyada boş işlerle uğraşırken gördüler, bazen de saçma oyunlarla zaman öldürürken. Onlara boş siyasi tercihlerimizi, tutarsız ve derinliksiz dünya görüşümüzü sunduk. Bazılarımız sırf parası var diye rantçıya bile saygı duymadık mı? Kaçımız kültürel emperyalizmin ve onun sadık kölesi rantçının varlığından haberdarız?
Ne yazık ki emperyalizm yine kazandı. Topraklarımızı işgal edemediler ama zihinlerimizi kelepçelediler. Kendi dilimizle konuşuyoruz ama sözcükler emperyalizmin istediği anlamı taşıyor. Artık ülke ve dünya gündemini değil, merkezîleşmiş medyanın bize sunduklarını ve sosyal medya yaratıklarını konuşuyoruz. Fikirler değil, senaryolar yönlendiriyor gündemimizi. Nihayetinde toplumumuz bilginin en ulaşılabilir olduğu dönemde düşünmekten ve öğrenmekten vazgeçiyor. Hatta gereksiz görüyor. Teknolojiyle kuşatılmış evlerimizde, akıllı cihazlarımızın ortasında okumamayı, sorgulamamayı tercih ediyor; ne acı ki cahilliğin konforuna sığınıyoruz.
Kültürel emperyalizm o denli güçlendi ki ve toplumumuzu o kadar dirençsiz bir hale getirdi ki tüm değerlerimizin paçavraya çevrilmesi, ayaklar altına alınması bile bizi rahatsız etmiyor. Aklıselim insanlar isyan ediyor ama reytingler ve reklamlarla baş edemiyor. Çığlıkları paranın sağır ettiği kulaklara ulaşmıyor. Bu duyarlı insanlar “özgürlük havarileri” tarafından lanetleniyorlar ve tıpkı Hz. Lut gibi dışlanıyorlar.
Eğer dikkatle gençlerimizi gözlemlersek, çoğunun aidiyet hissinin erozyona uğradığını görebiliriz. Kuru bir yaprak gibi savruluyorlar. Artık kendilerini bu coğrafyaya, bu topluma, hatta ailelerine bile ait hissetmiyorlar. Peki, sorun nerede? Emperyalizm kendi vazifesini yapıyor ve yapmaya devam edecek; asıl zaaf bizde. Gençlerimize daha iyi bir dünya sunamadık. Onların anlam arayışını görmezden geldik. Ve ne yazık ki onlara sunacağımız çok parlak bir gelecek yok.
Tüm bunlar olurken kurumlarımız ve özellikle üniversitelerimiz ne yapıyor? Batının belirlemiş olduğu normları ve tek tipleştirme projelerini hayata geçiriyorlar. Kalitenin özgünlük olduğunu unutup, taklit etmeyi ve entegre olmayı tercih ediyorlar. Sonuçta kurumlarımızla, toplumumuzla hep beraber yenilgiyi ve sessiz işgali ne yazık ki kabulleniyoruz. Tarihte eşi benzeri görülmemiş büyük bir işgal maalesef gerçekleşiyor. Ve bu kez ne silahlar var ne işgal güçleri, sadece bir ekran, bir telefon ve gönüllü seyirciler; yani bizler. Çocuklarının sefaletini seyreden modern dünyanın Marmeladovları.
