"Duvarlar üstüme üstüme geliyor" deyimi belki de hiç günümüzdeki kadar anlamlı olmamıştı. Sanki bu deyim betonlaşmanın yol açtığı yıkımları anlatmak için söylenmişti. Betonlaşma sadece çevremizi yok edip üstümüze gelmiyor, hafızamızı da siliyor. Yıkılan ev değil; babalarımızın alın teri, annelerimizin duaları ve bizlerin çocukluğu. Dökülen beton geleneğin, anıların üstüne örtülen bir kefen. Mesele sadece doğanın tahribi ya da şehir estetiğinin bozulması değil; en az doğa kadar önemli olan toplumsal belleğimiz, kimliğimiz ve geleneğimizin yok oluşu.
Betonlaşmadan önce mahalle; çocukların birlikte büyüdüğü bir kreş gibiydi. Bir çocuğun bir mahalle kadar evi vardı, annelerin hepsi onun annesiydi. Her evin yemeğini yer, bütün babaların fırçasından nasiplenir, dedelerin hikâyelerinden ders çıkarırdı. Her işe el atar, herkesle beraber güler, birlikte hüzünlenirdi. Muhtaç komşulara gizlice yardım eder, Ramazan'da elinde bir tabak yemekle komşusunun kapısını çalardı.
Biraz büyüdüğünde büyüklerin gençlere örnek olduğu yaşayan bir mektebe dâhil olurdu. Burada saygıyı, oturup kalkmayı, toplumun değerlerini öğrenirdi. Tüm yaşıtlarıyla beraber o ya mahallenin delikanlısı ya da her evin kızıydı. Bir milleti var eden binlerce yıllık tarih, mahalle hayatının küçük ritüellerinde yaşatılıyordu. Mahallelerde kimsenin görmediği ama herkesin hissettiği doğal bir koruyucu kalkan vardı. Çocuklar, evler, mahalle başları onlarca göz tarafından korunup kollanırdı. Bu doğal denetim suç unsurlarının mahalleye girişini önlerdi.
Aileyi Spinoza ne güzel tanımlamış; tüm gücüyle varlığını sürdürmek için çabalayan birleşik bir gövde. Mahalle bu gövdeleri bir arada tutan en önemli yapıydı. Mahalle yok oldu, bileşik gövde çözüldü. Tatmin olmayan kâr hırsı bir apartmana birbirinden habersiz koca bir mahalleyi yerleştirdi. İnsanlar alt alta üst üste sıkıştırıldılar. Yaşam alanlarımızı koruyan görünmez kalkan tarihe karıştı. Betonlar ne kadar büyükse uyuşturucu, fuhuş ve mafya için o denli geniş alan açıldı. Büyükler artık bütün çocukların anne veya babası değil; daha çok sakınılması gereken bir tehdit. Her tarafı beton, arabalar, çöpler ve öngörülemeyen tehlikeler kapladı. Evden çıkamaz hale gelen çocuklar, sanal âlemin tuzaklarla dolu oyunlarına mahkûm edildi. Geçmişin bilgeliğinden, aidiyet duygusundan mahrum kalan çocuklar ve gençler bir tuşla tüketim zincirine bağlandı.
Rant şehirlerimizin üstünden bir silindir gibi geçti; kaldırım kaldırıma, binalar arasındaki daracık tüneller yola benzemiyor. İnsanlar nefes alamıyor, hiçbir yere sığamıyor. Peki, bu betondan kefen kime biçiliyor? Bu ucube mezarlar kimin için hazırlanıyor? Tüm toplumsal bağlarımız, tüm sosyal hayatımız ve hafızamız neden yok ediliyor? Cevabı çok basit ama acı: Her şey rant için. Şehrin ahengini koruması gereken imar, rantçının cebini dolduran ince bir hesaptan farksız. Rantçı tıpkı Yunan mitolojisindeki medusa gibi baktığı her yeri taşa, betona çeviriyor. Ahenk o kadar zaman önce öldü ki kimse onun neye benzediğini bile hatırlamıyor.
İnsanların bir araya geldiği, nefes aldığı bütün alanlar paranın ve tüketimin kontrolüne girdi. Mahalle kültürünün yerini, modern toplama kamplarını andıran AVM’ler, zincir marketler ve mantar gibi çoğalan kafeler aldı. İnsanlar sıkıştıkları betonlardan başka bir betona kaçıyor. Her yer tıklım tıklım, ama herkes yabancı. Her yerde gösteriş ve yapay hayatlar… Damarlarında reklam dolaşan, yürüyen vitrin haline gelen insanlar bulaşıcı hastalık gibi tüketim kültürünü yayıyor, toplumumuzu bir tüketim kolonisine dönüştürüyor. Ne yazık ki varlığımız, alın terimiz ve kaynaklarımızla küresel sermayenin çarklarından biri oluverdik.
Betonlaşma insanları yalnızlığa mahkûm etti. Yalnızlık, çalınmayan çelik kapılarda, verilmeyen selamlarda, birine tesadüf edince kaçırılan gözlerde, yaşlı bir teyzenin elindeki yükte, içini dökemeyen yüreklerde ve yetimin okşanmayan başında. Mutluluk ise koca binaların, ışıl ışıl dükkânların, başıboş kalabalığın arasında kayboldu. Bir zamanlar var olduğu söylenen bir hayal oldu. İnsanlar onu daha fazla tüketimde arıyor. Ama elde edilen her şey sıradanlaşıyor, bir anda seraba dönüşüyor. Hayat serapların ardından koşarak tüketilen bir kum saati haline geldi. Bizler seyirciliğimizle, rantçı doymak bilmeyen hırsıyla, siyasiler oy hesaplarıyla hep beraber emperyalizmin taşeronlarına dönüştük.
Ne yapalım gelişmeyelim mi, büyümeyelim mi? Elbette gelişeceğiz ve sürekli büyüyeceğiz. Nüfus çoğaldıkça, ticaret ve sanayi geliştikçe şehirlerimiz genişleyecek, çarşı pazarlarımızın sayısı artacak. Buna karşı çıkan yok. Ancak imarın kendi tarihsel ve kültürel gerçekliğimize göre yapılmasının ne kadar önemli olduğunu artık anlamalıyız. İnsanlarımıza yaraşır modern mahalleler kurmak çok mu zor? Sırf birkaç kişinin kazanç hırsı için geleceğimizi tehlikeye atamayız. Depremle, yozlaşmayla, suçla, kimliksizleşmeyle, asimilasyonla ve emperyalizmle mücadele etmek için ilk adımı yaşam alanlarımızda atmalıyız. Buraları benliğimizi ve hayatımızı koruyan sığınaklara çevirmeliyiz.